Kentler
tarihsel süreç içerisinde incelendiğinde sürekli bir “DEĞİŞİM” olgusu
içerisindedir. Bu değişim fiziksel / mekansal, siyasal, kültürel ve ekonomik
boyutlarda gerçekleşmiş, gerçekleşmekte ve gerçekleşecektir. Bu kaçınılmaz bir
gerçektir. Çünkü, ne zaman ne de insan yerinde saymakta ve hayata olduğu yerden
bakmaktadır. Hepimizin bildiği gibi “değişmeyen tek şey, değişimin ta
kendisidir.”
Kentlerde
meydana gelen değişimlerin en temel örnekleri, değişen ve gelişen ekonomik
kaynakların çeşitlenmesi sonucunda tarım sektörünün etkisini kaybedip zamanla
yerini sanayi sektö- rüne bırakarak gelişmesidir. Kaçınılmaz olan sonuç
küreselleşmeyi getirmektedir ki şu anda kentlerin değişiminde önemli bir role
sahip olan yapılar teknolojinin en yoğun hissedildiği merkezleri
oluşturmaktadır.
Küreselleşmenin
etkileri kentsel mekanlarda yoğun bir şekilde 1980’lerden sonra
hissedilmektedir. Gündelik yaşamdaki ilişkiler ve bunun mekansal boyutu üzerindeki
dönüştürücü etkisi göz ardı edilemez boyutlardadır. Son
yıllardaki kentin değişimini içinde bulunduğu küreselleşme sürecini tanımlayarak
açıklamaya çalışırsak, Küreselleşmeye kendi tarihsel gelişimi içerisinde
bakıldığında; eski söylem ile yeni söylem olarak iki farklı şekilde
tanımlanmaktadır. Eski söylem bağlamında küreselleşme insanlığa eşit haklar
sunma kapasitesine sahip; hayat standartlarını yükseltmeye yönelik bir içerik
taşıyordu. Medeniyetlerin gelişmesiyle ortaya çıkabilecek olan ortak fikir
birliği (konsensüs) bu söylemin en dikkat çekici tarafıdır. Küresel bir düzen
kurma faaliyeti içinde olmanın aslında evrensel bir sistem içinde yer almayı da
doğurduğu yadsınamaz bir gerçektir. Devletlerin birbirlerinin sınırlarını
koruma garantisi bile verdikleri bir ortam söz konusudur.
Kentler
küreselleşmeyle birlikte parçalanmış ve farklılaşmış mekanlar haline
dönüşmektedir. Giderek mekanda batılı değerlerin etkisini görmekteyiz. Batı
küreselleşmenin iplerini elinde tutarak küreye hakim olma iddiasını taşı-
maktadır. Böylece yerkürede mekansal sınırlar aşılmaktadır. Bu bağlamda küresel
süreçler yerellikleri de etkilemektedir. Kentsel mekanda heterojenlik söz
konusudur. Küreselleşmeyle birlikte artık kentsel mekan tanımlanırken kır-kent
çelişkisi üzerinde durulmamaktadır. Diğer bir değişle kentin tanımında kıra
ihtiyaç duyulmamaktadır. Çünkü kent çeşitlilikler ve farklılıklar içeren
heterojen bir mekan haline gelmiştir.
Mekânın
yapısında meydana gelen köklü değişimler, kente ve dolayısıyla mekâna yönelik
bakış açılarını tümüyle değiştirmiş ve bu konulara ilişkin çok sayıda görüş
ortaya konmuştur. Kapitalist üretim ilişkilerinin merkezi olması nedeniyle
kentlerin işlevleri ve toplumsal yaşamdaki yerleri, mekânsal farklılaşmalar ve
toplumsal ayrışmalara etkileri üzerinde en çok tartışılan konular olmuştur.
Geçtiğimiz
yüzyıl içerisinde, mekânsal tartışmalar, başlangıçta coğrafya disiplini
çerçevesinde, sonraları gittikçe tüm sosyal bilimleri kapsayacak şekilde
genişlemiştir. Sosyal bilimlere farklı bir soluk getiren Foucault’nun mekâna
ilişkin çok önemli yaklaşımları bulunmaktadır.
Foucault, sıkıdüzenin/disiplinin mekânı
parçalara ayırdığını ve bunun da 18. yüzyılın sonlarında fabrikalardaki üretim
sonucunda meydana geldiğini savunur. Bireylerin belirlenmiş bir alan içerisinde
dağılımını organize etmek ve üretimin teknik gerekliliklerini karşılamak
isteği, Foucault’nun büyük kapatılma dediği sonucu doğurmuştur ki, bu durum
bedensel parçalanmayı da beraberinde getirmiştir (Giddens, 1999: 204).
Foucault, iktidar mekanizmalarının mekânı ve toplumu organize etmesiyle ilgili
olarak şunları söylemektedir: “Sıkıdüzenler, ‘hücreleri’, ‘yerleri’ ve
‘rütbeleri’ düzenlerken, aynı anda hem mimari, hem işlevsel, hem de
sıradüzensel nitelikteki karmaşık mekânları yaratırlar. Değişmez konumları
sağlayan ve dolayıma olanak veren şey, mekânlardır; bunlar bireysel parçaları
biçimlendirip işlevsel bağlantılar oluştururlar; yerleri belirleyip değerleri
gösterirler; bireylerin boyun eğmelerini, aynı zamanda daha iyi bir zaman ve
beden devinimlerinde ekonomiyi de güvence altına alırlar.” (Akt.: Giddens,
1999: 205-6)
Foucault’ya
göre, içinde yaşadığımız, bizi kendi dışımıza çeken, özellikle yaşamımızın,
zamanımızın ve tarihimizin erozyona uğradığı, bizi kemiren ve aşındıran mekân,
heterojendir. Sıra dışı bir görünümde olan bu mekânlar, ütopya ve heterotopya
mekânlarıdır. Ütopyalar gerçek yeri olmayan mevkilerdir. Bunlar, toplumun
gerçek mekânıyla doğrudan ya da tersine dönmüş genel bir analoji ilişkisi
sürdüren mevkilerdir (Foucault, 2005: 295). Heterotopyalar ise, her kültürde
yer alan ancak sıradan mekânlarda 853 gerçekleştirilmeyen işlevlerin,
sosyalliklerin mekânıdır (Aslanoğlu, 1998: 216). Foucault, bunu ayna
metaforuyla açıklar. Aynada kendimizi olmadığımız bir yerde, gerçekdışı bir
mekânda görürüz, kendimizi orda gördüğümüzden, bulunduğumuz yerde olmadığımızı
da aynadan yola çıkarak keşfederiz. Sonuçta ayna, aynaya baktığımız anda işgal
ettiğimiz bu yeri hem gerçek hem de gerçek dışı kılar (Foucault, 2005: 295-6).
Heterotopyada belli şeyler ve sözcükler görürüz, ama onlardan alıştığımız
anlamları çıkaramayız; daha doğrusu, bu şeylerin neden orada olduğunu ve
bunlara neden bu adların verildiğini anlayamayız (Nalçaoğlu, 2002: 126).
Çağımızın
önemli sosyal bilimcilerinden bir diğeri olan Lefebvre ise ilkel, feodal,
merkantilist ya da modern kapitalist bütün sistemlerin işlevlerini en iyi
şekilde sürdürebilmeleri için mekâna ihtiyaç duyduğunu ve mekânların da bu
sistemlerin ihtiyaçları doğrultusunda sürekli olarak yeniden üretildiğini
savunur 854 (Lefebvre, 1991: 53-9). O, mekânın sadece bir ürün değil, aynı
zamanda üretilen ürünleri de sistematik olarak içerdiğini ifade etmektedir
(Lefebvre, 1991: 73). Lefebvre, modern kapitalist sistemin üretim döngüsünün
üretilen mal ve hizmetler kadar önemli bir unsurunun mekânlar olduğunu ve bunun
da ancak bir süreç dâhilinde ortaya çıktığını dile getirir. Lefebvre, mekânın
her ne kadar doğal ve tarihsel faktörler tarafından şekillendirilmiş ise de,
sürecin esas olarak politik olduğunu ve dolayısıyla ideolojilerle dolu bir ürün
olduğunun altını çizer (Soja, 1989: 80). Mekânın belirli bir mantık içerisinde,
bilgi ve teknolojinin de yardımıyla, bir sistem kurulmasına yaradığını ve
hegemonyanın da bundan yararlandığını ifade eden Lefebvre’e göre, hegemonya,
mekânı şekillendirir ve hegemonyanın mekân kuruluşları da iktidar ilişkilerini
yeniden üretir (Schick, 2001: 39). Sosyo-politik çelişkiler, mekânsal olarak
yansır. Mekânsal çelişkiler de, sosyo-politik güçlerin arasındaki çatışmaların
açıklayıcısıdır (Lefebvre, 1991: 365). Lefebvre’e göre, mekân ve mekânın
politik organizasyonu, toplumsal ilişkileri açıklar ancak, bu etki çift
yönlüdür (akt. Soja, 1989: 81). Her toplumsal mekân, teorik-pratik,
önemli-önemsiz, denenmiş-denenmemiş birçok akımın ve sürecin çok yönlü bir
sonucudur. Kısacası her mekânın bir tarihi ve özgül bir doğası vardır
(Lefebvre, 1991: 110).
Kapitalist
üretim ilişki ve biçimlerinin neler olduğu, mekân ile onu üreten süreçler
arasındaki ilişkiler ve bu güçlerin mekânı nasıl dönüştürdüğü temel sorunsallardan
birisidir. Kapitalist üretim biçimi, ana üretim araçlarında olduğu gibi, mekânı
da kârlılığı maksimize edecek bir araç olarak görür ve değişen koşullar
karşısında sürekli revize eder (Yırtıcı, 2005: 11). Kent sorunu ile ilgili
çalışmalarıyla tanınan Castells, Lefebvre’in kentlerin ideolojik yapılar olduğu
şeklindeki görüşünü eleştirmiş; modern kapitalist ilişkilerin mekânsal
düzeninin, siyasal süreçler değil, daha çok ekonomik süreçlerin sonucunda
çıktığını savunmuştur (Gottdiener, 2001: 250). Castells’in çalışmalarında, geç
modernitenin gelişmenin enformatik yönüyle belirginlik kazandığı, yerlerin
mekânlara dönüştüğü ve mekânların küresel bilgi ve finans ağlarındaki
hızlandırıcı etkisiyle yereli ve onun kültürel boyutunu tahrip edici bir boyuta
ulaştığı vurgulanmaktadır (Smith, 2001: 104). Castells’e göre, kentler, iş
gücünün yeniden üretiminin mekânsal birimidir. Kentsel mekânlar, doğrudan
üretim süreçlerinden ziyade, iş gücünün basit ve genişletilmiş yeniden
üretimine dayanılarak açıklanmalıdır (Gottdiener, 2001: 151-3).
Sonuç
olarak, Değişen zamansal, toplumsal koşullara bağlı olarak anlamlandırılan ve
yeniden şekillendirilen mekân, yaşamımızda önemli bir boyut olmaya devam 860
edecektir. Gerçek ya da sanal, korku ya da umut olsun, mekânlar yaşam
standartlarımızı, değerlerimizi, iç dünyamızı ve bilinçaltımızı, kültürümüzü ve
dış dünya ile etkileşimimizi sürekli etkileyen bir unsur olarak hep var
olacaktır. Geri döndürülemez bir olgu olan küreselleşme, toplumsal yaşamı,
bilgiden tüketim alışkanlıklarına kadar, gittikçe daralan alanlara
sıkıştırmakta ve anlam metamorfizması devam etmektedir. Gelişen bilgi
teknikleri, kayıt sistemleri ve gözetim mekanizmaları ile mahremiyet ortadan
kaldırılmış ve modern panoptikonlar yaratılmıştır. Bütün bunlara rağmen,
gitgide küçülse bile, mekân parçaları üzerinde yaşama mücadeleleri sürecek,
mekân hem fiziksel olarak, hem de anlamsal olarak değiştirilmeye ve
dönüştürülmeye devam edilecektir.
Kaynaklar:
Değişen
Kent ve Anladıklarımız, Burcu AKINCI, Ayşe YIKICI, Eda YİĞİT
KÜRESELLEŞME
ÇAĞINDA DEĞİŞEN MEKÂN ALGILAYIŞLARI YILDIZ, Mehmet Zeydin-ALAEDDİNOĞLU, Faruk
TÜRKİYE
Aslanoğlu,
R. A., (1998), Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa: Asa Kitabevi. Ayman, Z.,
(2006),“Bellek Mekânı Olarak Sınır ve Ötekilik: Kars Şehri”, Toplum ve Bilim,
107, 145-189. Bauman, Z., (2006), Küreselleşme, (Çeviren: A. Yılmaz), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları. Berman, M., (2003), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor,
(Çeviren: M. Küçük), İstanbul: İletişim Yayınları. Bookchin, M., (1999),
Kentsiz Kentleşme, (Çeviren: B. Özyalçın), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Cevizci, A., (1997), Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Ekin Yayınları. Curcani,
(1884), Et-Tarifat, İstanbul: Mısır Matbaası. Çubuklu, Y., (2000), “Mekânların
Ölümü”, Varlık, 1113, 63-64. Demirkaya, H., (1999), Mekân Kavramının Tarihsel
Süreç İçinde İncelenmesi ve Günümüzde Mekân Anlayışı (Yıldız Teknik Üniv. Fen
Bil. Enst. Yüksek Lisans Tezi), İstanbul. Foucault, M., (2000), Hapishanenin
Doğuşu, (Çeviren: M. A. Kılıçbay), Ankara: İmge Kitabevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder