İstanbul’un
sanat yaşamı ile ilgili iki temel tartışma sunulur. İlki kentin bugünü ile
tarihi arasında başlıca bağlantı oluşturan batılılaşma konusu diğeri de İstanbul’da
sanatın en önemli neden ve içeriğinin kendine duyduğu hayranlık olduğu
iddasıdır. 21.yy da İstanbul dünyanın en büyük popüler kültürel merak konularından
biri olmuştur. Bunun nedeni sadece çok zengin çağdaş sanatsal etkinlikler
sunması değil, İstanbul’un kentsel miraslarından birini kentin kültürel
atmosferini etkileyen iki bin yıllık bir belleğin oluşturmasıdır.Bugün
uluslararası kalabalıkları cezbeden nitelikler tarihi anıtlar, kentin zengin
flora ve yerleşimlerinin güzelliği gibi doğal estetikler ve sanat eylemleri
olduğu kadar aynı zamanda sosyal kurgusu, davranışları ve kentsel örüntünün bir
tür düzensizliği ve çeşitliliğidir. İstanbulda doğu ve batının bütünleşmesi
bugünkü estetiğinin en büyük oranını oluşturur. İstanbulun süslenerek
resimlerde temsil edilerek aynalarda ve kendi sularında yansıtılarak kendine
hayran olunan görünüşünün ardında kentin çoğul niteliği rol oynamaktadır.
İstanbulda
kimlikler korunurken toplumun çoğul yapısı her zaman kültürel bir gerçek olarak
gözler önündedir.Kendi karmaşık kültürünü oluşturmaktan çok İstanbul, her
farklı kültürün süreklilik aradığı, kendi zaman ve mekanını yaratıp kendi
müziğini çalıp kendi dilini konuştuğu bir yer olmuştur.İstanbul üzerine
odaklanılmasını sağlayan önemli bir konu da 1980 ‘lerde gelişen postmodern
eleştiridir. İstanbul farklılıkların kenti olarak kalmış ve hiçbir zaman
modernliğin öncüsü olamamıştır. Bu geçmişin her yerde hissedilen nostaljisi,
Orhan Pamuk’ a göre İstanbul’un asıl cazibesi ve gerçek yüzüdür. Hiç bir zaman
homojenleşemiyecek, bütün dillerin de konuşulup da hiçbir zaman birbirini
anlamadıkları ve bütün bütünleşme çabalarının farklılıkla sonlandığı İstanbul
postmodernliğin en güçlü örneğidir.
Altıncı
yüzyılın yapısı Ayasofya, Justinyenin Bizans mirası ,önemli örnekleri olan
kiliseler ve duvarlarla kenti süslemektedir.Halka açık kutlamalar ve bayramlar
ile Osmanlı başkenti de güç gösterisinde Bizanstan aşağı kalmamıştır.Batılı
mimarları İstanbula çağırarak kenti saraylar, camiler ve külliyelerle donatarak
kente ilk Osmanlı kimliğini kazandıran Fatih Sultan Mehmetten sonra hemen hemen
bütün sultanlar iddaalı mimari projeleriyle kentin görkemine katkıda
bulundular. İstanbulun birçok batılı niteliği ilk kez Osmanlının askeri alanda
batıya karşı geriliğini anlaması ve Parisli yaşam tarzına karşı hayranlığın uyanmasıyla
batılalaşmanın ve ona bağlı yeni bir sanat anlayışının ortaya çıktığı 18. yy da
belirmiştir.Bu dönemde kadınlar hiç değilse eğlence ortamlarında sosyal sahnede
görünmeye başlarlar ve başkentte görkemli şenlikler düzenlenir.
20.yy
ın ikinci yarısında modernizmin sorgulanması kültürel farklılıklara karşı bir
ilgi doğurdu.Daha önceleri sanat dünyası için önemli olmayan yerlerde bienaller
düzenlenmeye başladı.Batıdan sanatçılar buralara sanat çalıştayları yapmaya
davet edildi ve Avrupa dışından batıya okumaya giden sanatçıların sayısı bir
hayli çoğaldı.Amerikada sanat eğitimi moda oldu.Sanat artık elit tabaka ve
entellektüeller için prestijli bir uğraş olmaya başladı.Birçok yeni sergi serileri
oluşmaya başladı.Yeni sanat dergileri, Avrupadan gelen sanatçılar yeni sanat
yaklaşımları ile sergiler çağdaş sanatın patlamasına hazır bir ortam
yaratmıştı. İstanbul bienali böyle bir ortam içinde doğmuştur.
1980lerin
sonlarında başlayan İstanbul bienali ilk yıllarında oldukça farklıydı. O vakit
mesele hangi Türk sanatçılarının Türkiyeyi temsil etmeye layık oldukları
sorusuydu.İstanbulun yarışmacı ve ticari atmosferi içinde sanatçılar tanınmak
istiyor ve kendilerine iş ısmarlanmasını bekliyorlardı.Zamanla bu atmosfer
İstanbul bienali için kısıtlı olmaya başladı. Üçüncü bienalden sonra İstanbul
kültür sanat vakfı yabancı küratörleri davet etmiştir.İstanbul bienali küresel
sanat ortamının en önemli etkinliklerinden biri haline gelmiştir. Bu
başarısında İstanbul kentinin rolü büyüktür. 21.yy’ da kültür turizminin
gelişmesinin, sanat ve refah yatırımlarının artması bienalin bu başarısında rol
oynamıştır.Öte yandan İstanbul bienali keyfi olarak toplanıp sergilenen ve
çoğunlukla birbirine benzeyen ikinci derece işlerin düzensiz bir sunumu olmaya
başlamıştır.2009 bienalinin İstanbulda gündelik yaşamda karşımıza çıkan sokak
görüntülerine referans veren sergi ve yerleştirmelerinin düzensizliği ve
keyfiliği yanında İstanbul sokaklarındaki gerçek çok daha etkileyici, politik
ve kültürel durumlarla daha yakından ilişkili ve sergilenen sanattan çok daha
sürpriz doludur.İstanbul’un
sanat ortamına sosyolojik bir açıdan bakan Sibel Yardımcı yeterli bir devlet
desteğinin eksikliği karşısında özel holding ve vakıfların İstanbuldaki sanat
etkinliklerini de ele geçirmelerinden ve kültürün özelleştirilmesinden duyduğu
rahatsızlığı şöyle açıklamıştır.‘Küresel
sanat pazarlarını etkilemek için festivaller, Avrupa ve Amerikanın kültür
başkentlerindeki kurumların tanımladığı estetik beğeni ve meşru sanat
kriterlerine göre düzenlenirler. Çoğu zaman İstanbul festivalleri kendi
dillerini geliştiremez.. kendi özelliklerini gözardı ederler; isimleri ve
uygulamaları ile prestij ve şöhret kazandıracağını umdukları uluslararası
küratörlere bağlanırlar’.(Yardımcı 2007:5)
Hemen hemen bütün İstanbul bienallerinde başlıca sanat odağı kutsal, gündelik, tarihi yerleri ve gecekondularıyla kentin kendisi olmuştur. Anıtlar sanatçıların fantezilerinin arka planını oluşturur: Süleymaniyede Buren, Aya irinide Kounellis sergilemiş ve Ayasofya sanatçıların özel vitrini olmuştur. Bunun iki anlamı vardır, ya kent meydanları artık yerleşik anlamlarını ve kimliklerini yitirmiştir ya da herhangi bir mekan keyfiyen dönüştürülebilir.Bu da İstanbul’a sürekli metamorfoz halinde akışkan bir kimlik vermektedir. Bazı tarihi yerlerin ve anıtların bienal mekanı olarak kullanılması örneğin kentin en değerli ve anlamlı yapılarından biri olan Süleymaniye kolonlarının Fransız sanatçı Buren tarafından renkli çizgilerle donatılması belleği ve kamusal alanları silen yok eden bir uygulamadır. Kentin anılarına ve değer taşıyan unsurlarına sanki yokmuş gibi ya da çağdaş sanatın onları canlandıracağı kanısıyla yaklaşmak, bazı postmodern ve dekonstrüktif yaklaşımları akla getirmektedir.İstanbul birçok şekilde eski görkemli geçmişinden beslenmektedir.Aya irinide konser dinlemek ,Topkapı sarayında ya da Ayasofyada sergi görmek insanı çoşturan şeylerdir. 2007 bienaline katılan çağdaş sanatçı Ferhat Özgür’ün fotoğraflarında simgelediği gibi hiçbir sanat eseri bu yerlerin cazibesi ile yarışamaz. Öte yandan çağdaş dünyanın bir parçası olduğunu iddaa eden bir kent için yeni mekanların yaratılması bir sorumluluktur. Bu anlamda yeniliği olan tek yer Bilgi üniversitesinin Osmanlı döneminden kalma elektrik üretim santrali alanında inşa ettiği santral lakaplı büyük sergi mekanıdır.1922-83 yılları arasında kente elektrik sağlayan eski üretim binasına bitişik olarak inşa edilen yeni müze ve galeri modern tasarım ile makine estetiğini bütünleştiren ilginç bir mimari yapıdır.
1980’
lerde Türkiyenin liberal ekonomiyi benimsemesi ve ekonomik ve sosyal alanda
sanatın önemli bir veri haline gelmesi ile istanbul’un zengin ailelerine ait
holdingler de sanat koleksiyonlarına yatırım yapmaya başlamışlardır.Sabancı
müzesi ,Sanayi müzesi, Pera müzesi gibi Koç ailelerinin müzeleri ile Kadir Has
müzesi bunlara örnektir.İstanbul’un bugünkü sanat zenginliğinin;gösteri
merakının ve kendine hayranlığının bir parçası olduğu ve geçmişte farklı
dönemlerde İstanbul’un hükümdarlarının kendi şöhretlerini yansıtmak için sanatı
kullanmış olduklarıdır. Birçok sanatçı ister mimarisine bakılsın ister
coğrafyasına bakılsın ya da Devrim Erbil’in yaşam boyu yaptığı resimlerde
olduğu gibi kuşbakışı görülsün İstanbul’un kendisi bir sanat eseridir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder